Friday, July 5, 2013

Aşkın Çaresi, Ovid, Bölüm 4, Büyüyü Unutun

Aslında bu bölümde büyüyü unutun dışında bir şey demiyor Romalı şair.
Büyülü otlardan fayda görmemiş mitolojik karakterlerden bahsediyor.

Circe’nin Ulysses’i ne dediyse de gitmekten vazgeçiremediğini anlatıyor.

I beg you not to hurry: I ask a little time as a gift:
what less could I ask for in my prayers?
And you see the waves are high, and you ought to fear them:
later the wind will better suit your sails.
What reason have you for flight? No new Troy rises here,
no one calls their allies to arms again.
Here are love and peace, where I alone am badly wounded,
and the land will be safe in future under your rule.”

“Acele etme, azıcık bir zaman, hediye olarak ver. Dualarımda daha az ne isteyebilirim?
Baksana dalgalar yüksek, çekinmelisin. Rüzgar yelkenlerine daha uygun olacak sonra.
Uçarak gitmenin sebebi ne? Artık bir Truva yok ki dostların sana silahlan desin.
Burada kendi başıma, fena halde yaralı olduğum bu yerde aşk ve huzur var.
Ve ülke gelecekte senin yönetiminde güvende olacak.”

Circe böyle demesine rağmen Ulysses yoluna devam eder.

Wednesday, July 3, 2013

Aşkın Çaresi, Ovid, Bölüm 3, Çiftçilik veya Avcılıkla Uğraşabilir veya Seyahat Edebilirsiniz

Aşk acısı nasıl geçer? Aşık olunan kişi nasıl unutulur? Bütün zamanların büyük sorularından… Ovid, Romalı şair Aşk Sanatı adlı yapıtının çok tutmasının ardından Aşkın Çaresi (Remedia Amoris) ile 2000 sene öteden bize konuşuyor. Ta 2000 sene önceden yazılmış. Aynı dertler, aynı insan, inanılmaz. Ortalıkta çevirisini bulamadığımdan bazı kısımlarını burada sizinle paylaşıyorum.

Aşkın Çaresi, Ovid, Bölüm 3, Çiftçilik veya Avcılıkla Uğraşabilir veya Seyahat Edebilirsiniz

Burada bu sefer Ovid tarlada çalışmanın zevklerinden bahsediyor. Bütün bir çiftlik hayatını detayıyla anlatıyor.

“Toprağa tohumları siz ekin, küçük akıntıların yönünü siz değiştirin.”
Ya da avcılıkla uğraşın diyor.

Sleep at night, not desire for girls, welcomes the weary man,
and the limbs will be restored by calm rest.”

“Yorgun adamı gece uyku selamlar, kızlara olan arzusu değil, ve bacaklar sakin bir dinlenme ile kendine gelir.”

“Uzaklara gidin, ağlayacaksınız, kaybettiğiniz kızın ismi buna engel olacak, ayağınız yolda sizi durduracak. Ne kadar istemeseniz bile o kadar gitmeniz gerek.”

“Sanatıma giriş çok karamsardır. En büyük olay ilk saatleri atlatmaktır.”

Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş, aklın güçlü dönmedikçe, hala aç ve susuz döneceksin. Ve ara vermek sana kötülük yapacak diyor şair.


Aşkın Çaresi, Ovid, Bölüm 2, Erkenden Tedavi Edin, Zamanınızı Savaş veya Hukukla Doldurun

Aşk acısı nasıl geçer? Aşık olunan kişi nasıl unutulur? Bütün zamanların büyük sorularından… Ovid, Romalı şair Aşk Sanatı adlı yapıtının çok tutmasının ardından Aşkın Çaresi (Remedia Amoris) ile 2000 sene öteden bize konuşuyor. Ta 2000 sene önceden yazılmış. Aynı dertler, aynı insan, inanılmaz. Ortalıkta çevirisini bulamadığımdan bazı kısımlarını burada sizinle paylaşıyorum.

Aşk’ın Çaresi, Ovid, Bölüm 2, Erkenden Tedavi Edin, Zamanınızı Savaş veya Hukukla Doldurun

So when you’re ready for my medical arts,
first ban idleness, on my advice.”
Benim tıbbi sanatıma hazırsanız, öncelikle aylaklığı yasaklayın.

This encourages you to love, and protects the love it encourages:
it’s the pleasurable source, and the evil nourishment.”
Boşluk sizi aşık olmaya iter ve onu büyütür. Zevk veren kaynaktır ve zararlı bir besindir.

“So Venus loves idleness: you who seek to end love,
love gives way to business: be busy, you’ll be safe.”
Aşkı bitirmek isteyen işle uğraşmalıdır. Meşgul olun, güvende olun.

“Languor and excess sleep that go unchallenged,
and gambling, and time lost to too much drink
take away all vigour, without damaging the heart:
insidious Love enters the unwary.”
Tembellik ve sınırsız, fazla uyku, kumar, fazla içki bütün enerjini alır ama kalbine zarar vermez. Fırsat kollayan aşk, hazırlıksız bünyeye girer.

“Behold, the fleeing Parthian, fresh cause of a great triumph,
he sees Caesar’s weapons now in his own country:
Conquer both the arrows of Cupid and Parthia,
and bring back twin trophies to your native gods.”
İşte, kaçan Persli, büyük bir zafer için taze bir sebep. Sezar’ın silahlarını şimdi kendi ülkesinde görüyor.
Hem aşk tanrısının hem de Pers’in oklarını fethet ve yerli tanrılarına ikiz zafer getir.

“If he’d wanted acts of war, there were none to be had:
if the courts of law, Argos was free of quarrels.
He did what he could, he loved: better than doing nothing.
So the Boy comes, and so the Boy stays.”
Burada mitolojiden bir şahsın niye aşık olduğunu anlatıyor.
Savaş istedi yoktu. Argosun mahkemeleri de boştu. Hiçbir şey yapmamak yerine yapabileceğini yaptı, aşık oldu.

Ve aşk tanrısı (oğlan çocuk diyor burada) böyle gelir ve böylece kalır.

Monday, July 1, 2013

Aşkın Çaresi, Ovid, Bölüm 1, Aşk Tanrısı’yla konuşmalar

Aşk acısı nasıl geçer? Aşık olunan kişi nasıl unutulur? Bütün zamanların büyük sorularından… Ovid, Romalı şair Aşk Sanatı adlı yapıtının çok tutmasının ardından Aşkın Çaresi (Remedia Amoris) ile 2000 sene öteden bize konuşuyor. Ta 2000 sene önceden yazılmış. Aynı dertler, aynı insan, inanılmaz. Ortalıkta çevirisini bulamadığımdan bazı kısımlarını burada sizinle paylaşıyorum.

1. Bölüm Aşk Tanrısı’yla (Küpid) konuşmalar ve Görev

Bu bölüm şairin niye böyle bir işe soyunduğunu anlatmasıyla başlıyor. Daha önceden insanları birbirine aşık etmenin sanatını öğretiyordum şimdi ise uzaklaşmanın. Şimdi öğreteceklerinin ise daha öncekilerle çelişmediğini söylüyor.

“Let him rejoice in happiness, any eager man who loves
and delights in love: let him sail with the wind.
But any man who suffers badly from the power of a worthless girl,
shouldn’t die, if he understands the help that’s in my art.”

“Zaten aşıksa ve bundan keyif alıyorsa pupa yelken devam etsin, ama beş para etmez bir kızın gücü yüzünden fena halde acı çeken biri bu sebepten ölmemeli eğer ki sanatımdan istifade ederse.”
(Bu arada bunlar şairin kullandığı terimler. Yine de 2000 sene öncesinden günümüzdeki “beş para etmez” ibaresini duymak tuhaf ve komik geliyor insana.)

“Come to my teaching, young men who’ve been deceived,
you whose love has utterly betrayed you.
Learn how to be cured, from him who taught you how to love:
the one hand brings the wound and the relief.”

“Öğretime gelin aldatılmış, aşkı tarafından aldatılmış genç adamlar. Size nasıl aşık olacağınızı öğretenden, nasıl iyileşeceğinizi öğrenin. Elimin biri yarayı getirirken diğeri rahatlamayı getiriyor.”

“But believe me, girls, I tell to you whatever I tell the men:
I grant weapons to either side:
and if any of it does not apply to your needs,
it can still teach you a great deal by example.”

“Kızlar erkeklere ne diyorsam sizlere de onu diyorum, iki tarafa da silah sağlıyorum. Size hitap etmese bile bu örneklerden çok şey öğrenebilirsiniz.”

“The public champion, I lighten hearts constrained
by their masters: each of you, thank the rod that frees.”

“Efendileri tarafından kıstırılmış kalpleri ben hafifletiyorum.”

Sunday, June 30, 2013

Paralı askerler, İlişkilerin Doğası ve Devlet Sırları

Machiavelli Fransa’nın düzenli ordusunun neredeyse hiç çarpışmadan İtalyan paralı askerlerine nasıl üstün geldiğini, elde tebeşir bütün İtalya’yı nasıl işgal ettiklerinden bahseder. Bu “elde tebeşir” deyimi de hiçbir güçlükle karşılaşmadan askerlerin kalacakları evleri tebeşirle işaretlemelerine göndermedir.

Parayla alınan askerler ancak birbirlerine karşı mücadele ettiklerinde bir anlam ifade ederken, işi kralın askeri olmak olan Fransız ordusuna karşı varlık gösterememişlerdir. Fransız ordusu demek ki daha organik bir sosyal bünye teşkil ediyordu.

İlk ciddi tehditte dağılan Floransa’nın paralı askerleri gibi, sadece karşılıklı kaynaklara dayalı ilişkiler de ilk ciddi sarsıntıda parçalarına ayrılır. Evet kaynak değişimi de bir ilişki türüdür. Kadın kendi fiziksel kaynağını ve gençliğini, erkek de maddi kaynağı ve statüsünü bu takasta kullanır. Ama bu ilişki türü o kadar da dayanıklı bir ilişki türü değildir. Kimyadaki kovalent olmayan zayıf bağlar gibidir. Hemen büyük kolaylıkla x kişisiyle de kurulabilir. Hayatın bir gerçeğidir ama dayanıksız olduğu da hayatın diğer bir gerçeğidir.

Bir ilişkideki dayanıklılığın kaynak değişiminin ötesinde bir anlamlılık gerektirdiğine inanıyorum. Bu anlamın da ancak üst düzey bir samimiyetle, bunu da insanın ve karşısındakinin kendilerini bir miktar kırılgan kılarak  başarabileceklerini düşünüyorum. Karşı tarafı gerçekten anlamak ve kendini ona anlatabilmek için bu kırılgan yönleri bir miktar açığa çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bir sürü ilişkide insanlar karşılarındaki insanı anlamaya çalışırken bir duvara tosluyorlar. Bundan ötesini sorgulama deniyor onlara. Devlet sırrı gibi… Evet bu karşı tarafın merakını artırıyor, cazibeyi artırıyor ama samimi bir ilişkiyi de baltalıyor.

Zaman içinde insanın içinde tuhaf bir duygu oluyor karşı tarafı tam tanıyamadığına dair. Dediğim gibi bu cazibeyi artıran ama samimiyeti öldüren bir şey. Çok muhtemelen uzun süreli ilişkiler bu ikisi arasında bir yerde yer alıyor.

Saturday, June 29, 2013

Bütün olarak görmek

Bazen fazla analizin insanı körleştirdiğini düşünüyorum. Bir bütün olarak düşününce anlam ifade ediyor bir sürü şey.

Özellikle insan vücudunda… Mesela anatomide göğüs kafesinin altındaki diyafram kasının üzerindeki deliklerin seviyelerini öğretiyorlar. Diyaframda bulunan en yukarıdaki delik sağ tarafta büyük toplar damara (vena cava) ait. Bunu ayrıca bilmek yerine sağ tarafta karaciğer diyaframı alttan ittiği için en yüksek delik de sağda oluyor diye bilmek çok daha kolay akılda tutulabilecek bir bilgi.

Diaframın soldaki deliğinden de yemek borusu geçiyor. Şaşıracak bir şey yok çünkü yemek borusu ve devamındaki genişleme olan mide sol tarafta.

Bütünlük yitirilmezse bilgi yığını daha anlamlı hale geliyor. O yüzden arada bir başını kaldırması gerekiyor insanın. Bu ilişkiler için de geçerli. Zaman zaman fazla deşmek ve analiz geneli görmeyi engelliyor. Tıpkı Barcelona’nın oynadığı futbol gibi geneli okuyarak oynamalı insan.

Friday, June 28, 2013

İstikrar, ilişki veya işe alma

Bundan bir zaman önce bir kızla çıkmaya başlamadan evvel kız genel olarak özelliklerimi listelemeye başladı. Tipin iyi, akademik olarak da iyisin ama istikrarsızsın. Kendimi sanki biriyle çıkacak gibi değil de işe başvuruyormuş gibi hissetmiştim. Değerlendirmem yapılmıştı. Günümüzde istikrar önemli, iş ve ilişkide aranan özelliklerden biri…

Elbette sabrın kıymetini biliyorum ama istikrarın tamamıyla göklere çıkarılmış olması biraz da zamanın ruhu... Mesela en azından edebiyatta istikrarın değil yoğun duygulara önem verildiği bir romantik dönem de yaşandı. Lord Byron ve Keats gibi romantikler anın getirdiği hisleri ve heyecanları yakalamakta ustalaşmışlardı.

Casanova'nın Piombi'den kaçışı (Hapishane),
Fellini'nin Casanova'sı
Casanova’nın da hayatında pek istikrar olduğu söylenemez. Ahlaksız davranışları yüzünden hapse giriyor. Venedik’in kurtulunması imkânsız denen hapishanesinden kaçabilen az sayıda insandan biri. Venedik’ten kovulup Avrupa’nın bir sürü şehrini geziyor. Bir sürü aşkın yanında, Casanova bir tiyatro oyunu, bir sürü konuda makale de yazıyor. Tek istikrarlı olduğu konu kendisinin de biyografisinde dediği gibi hayatında zevki takip ediyor olması… İstikrar olmadan da zevk ve merakının peşinde bir hayat yaşamış. Elbette bu tarz bir hayatın da uzun vadede yalnızlık gibi bir bedeli olabilir.



Casanova annesinin hayaletiyle konuşuyor,
filmin sonlarına doğru, Fellini'nin Casanova'sı
Freddie Mercury de “Living on My Own” şarkısı üzerine bir    röportajda aslında etrafı ne kadar kalabalık olsa da gecenin sonunda otel odasına döndüğünde herkesin evine döndüğünden, yalnız kaldığından bahsetmişti.

Ne yapılabilir ki? C’est la vie!


Thursday, June 27, 2013

Başarı, İhtiyaçlar, Sistem

Başarı dene şeyi tarif etmeye, üzerinde ahkâm kesmeye yeltenecek değilim. Buranın haddini aşar. Ama şu da oldukça net... Mutluluğumuz biraz da bu başarı denen şeyin fonksiyonu...

Orta yaşlarda başarıyı herhalde kişinin yaptığı işi bir şekilde anlamlı bulması veya kendi özelliklerinden tam istifade ediyor gibi hissetmesi ve bunların toplumun beklentilerini bir düzeyde karşılaması olarak görüyorum. Tek başına bir şeylere ulaşmak gerçekten keyif vermiyor. “Into the Wild”ın sonundaki gibi ölmekte olan ana karakterin “gerçek mutluluk paylaşma ile olur” sözlerini rüzgarla açılan bir kitabın sayfasında görmesi gibi, kendinizi sistemin dişlerinden kurtarsanız bile bir boşluk kaplıyor içinizi.

Rüyada gördüğüm kalenin benzeri... İshak Paşa Sarayı
sehirler.net ten alınmıştır
İstifa sonrası günlerimden birinde şöyle bir rüya görmüştüm. Büyükçe bir dağ vardı. En tepesi serindi, güneş parlıyordu. Zorlukla çıktım dağın tepesinde bulunan kaleye. Kalenin burcuna oturdum, sırtımı sura yasladım. Hiç kimse yoktu ortalıkta. İçi boş bir kale bir dağın tepesinde… Güneş yüzümü ışığıyla yıkıyordu. İşte başarmıştım ama kimseler yoktu ortalıkta. Ne kadar garip gelmişti, biraz da korkmuştum. Tamamıyla kendi yolumdan gitmenin korkusu gibi bir şeydi herhalde hissettiğim. Onun getireceği yalnızlık…

Bir de geçen şunu fark ettim. İnsan devamlı sistemi suçluyor. Sistem şöyle böyle, toplum şöyle böyle… Sonra ne yapalım sistem çok kuvvetli diyoruz. Yenildiğimiz şey sistem değil bence. İki, yenilmiyoruz da… Sistem denilen şey, aslında kendi ihtiyaçlarımız. Bütün sistem de aslında bu en derin ihtiyaçlara göre şekillenmiş. Muhteşem değil, ulvi değil, bilimsel, sanatsal veya romantik de değil ama böyle. Onaylanma ihtiyacı, beğenilme ihtiyacı, insanların bize ilgi göstermesine duyduğumuz ihtiyaç… Bunlar sistemin kendisini yaratmış. Bütün bu ihtiyaçlar o kadar kuvvetli ki belli bir noktaya geldiğinizde bunları tümüyle bırakıp gidemiyorsunuz. Toplum aslında sizi cezalandırmıyor ya da bunu bilerek yapmıyor, sadece ilgilenmiyor.

Hayatta başarı denen şey de biraz bu toplumsal ilgiyi üzerinizde tutabilmek ama bunu tamamen hayatınız pahasına yapmamak. Sistemin istediği şeyi biraz da kendi damganız altında onlara vermek en ideal çözüm gibi geliyor bana.

Wednesday, June 26, 2013

Niye ben böyleyim Nihat? Niye ben korkağım?

Yukarıdakiler Türk dizi tarihinin en etkileyici sahnelerinden birinde Fikret karakterinin söylediği sözler...  Dizi de tahmin edebileceğiniz gibi 90’ların Süper Baba’sı. 80 doğumluların çocukluklarına denk düşen dizide Fikret mahallenin yardımsever insanıdır ama etrafa iyilik etmekten, yardımseverlikten kendini bulamamış ve en sonunda Çengelköy’e, mahallesine tıkılıp kalmış, kendini ifade edememiştir. Dizinin sonuna doğru önce yaşadığı çaresizlik sonra da yaşadığı patlama çok etkileyici. O sahnede Fikret’in yıllardır yerinde sayma hissi, yalnızlığı yukarıdan çekim ve arkada kuru bir trafik sesiyle muhteşem verilmiş. Eşlik eden Yeni Türkü’nün müzikleri de sözlere duygusal bir derinlik katıyor.

Tuesday, June 25, 2013

Destansı ve masalsı, Christopher Tin

“Önce kendime bir konu seçerek başlıyorum. Geçen albümde kendime ışık konusunu seçmiştim ve yavaş yavaş bununla ilgili şiirler okumaya başladım, diğer kültürlerde bununla ilgili neler var bakmaya başladım. Bunlar biriktikçe bir şeyler şekillenmeye başladı. Hatta Maori şarkısı vardı hatırlıyor musun? Onun için bunu bestemde kullanabilir miyim diye izin aldım onlardan. Onlar bunu kendi aralarında tartışıp izni öyle verdiler.”

Christopher Tin’e nasıl beste yaptığını sorduğumda böyle yanıtlıyordu. Tin’i meşhur eden albüm “Calling All Dawns” adlı albümü . Bununla Grammy ödülü kazanmış. Dinlediğiniz zaman destansı “epic”, masalsı bir müzikalin parçalarını dinliyorsunuz gibi… Bu destansı havayı yaratmak için modern ve klasik tarzdan öğeler kullanıyor. Calling All Dawns albümünde 10’a yakın dil kullanmıştı. İbranice, Farsça, Mandarin, Maori bunlardan bazıları. Benim hayatımda dinlediğim ilk coğrafi ölçekte albüm bu oldu.

Tin’in müziğiyle tanışmam Sid Meier’in “Civilization” bilgisayar oyunu serisi ile oldu. Civilization MÖ 4000’den başlayıp MS 2000 de biten bir imparatorluk kurma oyunuydu. 6000 senelik bu maceraya, bu büyüklükte bir zaman dilimine hitap edecek bir jenerik müziği ancak Christopher Tin’in “Baba Yetu”su olabilirdi. Modern bir ilahi (Gospel) tarzında tasarlanmış müzik bu 6000 senelik maceraya başlamadan önce ilham veriyordu. Böylece Tin’in Baba Yetu’yu içeren albümüne (Calling All Dawns) ve diğer müziklerine bakma fırsatım oldu.  Bu albüm bence pek ülkemizde tanınmayan bir mücevher…

Ama yakında tanınacağını tahmin ediyorum çünkü bu albümün devamı olan şu anda üzerinde çalıştığı albümde Yunus Emre’nin “Haktan Gelen Şerbeti” de var. Cemal Reşit Rey konser salonunda ilk temsili bir ay önce yapıldı. Denizi içeren Damla (The Drop that Contained the Sea) gelecek albümün adı… Calling all Dawns albümünü ise kendi internet sitesinden dinleyebilirsiniz. Mutlaka bakın derim.

http://christophertin.com/callingalldawns.html

Monday, June 24, 2013

Yalan üzerine

Yalan hayatın parçasıdır. Bir kamuflaj sanatı bir savaş taktiğidir. Karşı tarafın korkularını azaltmaya yöneliktir. Onu olmayan bir güvenlik hissinde tutmaktır. Bir aslanın avına yaklaşmasını sağlayacak biçimde ceylana yarattığı tehlikenin ceylan tarafından fark edilmesini engeller. Yine de o belgesellerden hatırlarsanız ceylan kendine tam ispatlayamasa da o garip, gıdıklayan, rahatsız edici duyguyu hisseder. Burnunu oynatır, kulakları hışırtının geldiği yöne çevrilir. Yalancı da aynen böyle, insanda o garip duyguyu yaratır.

İyi yalancı da tanım olarak yalan söylediği zaman fark edilemeyen kişidir. O yüzden iyi bir yalancıyla karşı karşıyaysanız onun yalan söylediğini anlamak çok uzun bir zaman alabilir. Özellikle kanıt arıyorsanız bulamazsınız. Bazen insan yalanı ortaya çıkartıp içini kemiren sorulara bir cevap bulmak ister. Bunun için sevgilisinin konumunu GPS aracılığıyla saptayanına bile rastlanabilir. İşin ilginci paranoyakça gözüken bu uygulamasının sonunda yalanı saptayan da olmuş.

İyi yalancının özelliklerinden biri de deliller ne gösterirse göstersin sonuna kadar gerçeği inkâr eder. İngilizcesi parlak olmayan Amerikalı rolü oynayan birine dışarıdan sen Amerikalı olamazsın, aksanın hiç Amerikalı’ya benzemiyor denince o da şöyle cevap vermiş. N’olmuş yani. Bu “olamaz mı”, “ne olmuş yani”lerden elbette hayatta bir miktar olabilir ama çok fazla ise bir yalancıyla karşı karşıyasınızdır demektir. Bu kadar tesadüf arka arkaya sıralanmaz. Aslan dibinizde belirebilir siz kanıt bulana kadar.

Bir de kendi istediği bir şeyi siz istiyormuşsunuz gibi gösterenler vardır. Bunu direkt söylemez ama ima eder. Diyelim bir kız evlilik istemektedir ama karşısındaki erkeğe sanki erkek bunu ondan talep ediyormuş gibi şöyle demektedir “Ben de kendimi alıştırmaya çalışıyorum evliliğe. Sen bunu beklemeyi benle uğraşmayı göze alamadın.” Erkek bu sözde kendisini karşı tarafla onu evlilik yoluna getirmek için uğraşırken bulmuştur. Böyle bir tablo çizilmektedir.

Daha bir sürü tarzı var yalan söylemenin bunlar bir kısmı sadece. İleride tekrardan değineceğim bu konuya.

Yalan söylemenin ahlaki olup olmadığı konusunda ise Nietszche şu anlamda bir şey söylemiştir. Yalan emek ister. Bunu yapamayanların bu işi ahlaksızlık olarak yorumladığını söylemiştir. Bu görüşte de doğruluk var elbette. Tabii buna cevaben gerçekleri ortaya çıkarmak da emek ister, yalancıyı tanıyabilmek emek verenin hakkıdır.

Saturday, June 22, 2013

Gerçeği Bükmek

İyi bir girişimci nasıl olunur bunu anlatan bir sürü kitap, bunların modern zamanlardan bir sürü örneği var. Şimdi ben sizi 500 sene geri götüreceğim ve muhteşem bir girişimciyi anlatacağım. Daha doğrusu muhteşem bir girişimcinin nasıl olduğunu.

İtalya’nın batısında, bizdeki Galata’yı andıran Cenova’dan bir yün dokumacısının oğlu Cristoforo Colombo (Kristof Kolomb) 30’lu yaşlarına geldiğinde ticaret konvoylarıyla kuzeyde Bristol’dan (İngiltere) muhtemelen İzlanda’ya, güneyde Gine kıyısındaki Portekiz üssü Elmina’ya kadar gitmişti. Dünya atlaslarına göz gezdirmiş (ki kardeşi bir atlas yapımcısında çalışıyordu), Marco Polo ve John Mandeville gibi gezginlerin seyahatnamelerini, Ptolemius’un çalışmalarını ve dönemin tarih kitaplarını okumuştu.

Kolomb’un döneminde eğitimli insanlar arasında dünyanın küreselliği yaygın kabul görüyordu. Denizde yol alırken pozisyonunu yıldızlara bakarak bulmak için zaten dünyanın yuvarlaklığını kabul etmek gerekiyordu.  

Dünya yuvarlak ve doğuda zenginliklere giden yolun üzerinde Türkler var. Şimdi durum böyleyse eğer hiç durmadan Batı’ya gidersek mutlaka Doğu’nun zenginliklerine ulaşmış oluruz. Bu fikirleri Kolomb kadar dönemin hocaları da kabul ediyordu. Ama dünyanın Kolomb’un sandığından daha büyük olduğunu söylüyorlardı ve bu mesafeyi dönemin gemileri gidemezdi. Ama Kolomb ne yaptı? Evet haklısınız deyip köşesine çekilip anılarını yazmadı.

1. Kutsal kitaplardaki metinlere başvurdu. Esdras’ın İkinci kitabında yazanların dünyada karaların denizlere oranını 6’ya 1 olarak gösterdiğini söyledi.

2. D’Ailly adlı bir zatın kitabında verilen ekvator üzerindeki boylamlar arası mesafeden dünyanın çevresini hesapladı. Burada hesabı yaparken “dikkatsizlikle” Arap mili yerine kendinin de alışkın olduğu daha kısa olan Roma milini kullandı. Ve böylece dünyanın çevresi 40000 km yerine 30000 km çıkmış oldu. Bunu belki de gerçekten dikkatsizlik yüzünden yapmış olabilir ama sonucun işine geldiği kesin.

3. Dönemin çoğu bilim adamı Avrupa ve Asya kıtasını zaten günümüzdekinden daha geniş tahmin ediyorlardı, Kolomb bunu daha da büyük tahmin eden bir hocaya inandı, ya da bu tahmin işine geldi. Çünkü geriye okyanuslar için azıcık bir alan kalıyordu. Gidilecek yol kısalacaktı.

4. Japonya’nın Çin’den daha uzakta ve daha iri bir kara kütlesi olduğuna, hatta Japonya’nın ötesinde okyanusa doğru yolunun üzerine çıkabilecek üzerinde insanların barındığı adalar olduğuna inandı. Bunları Toscanelli Floransa’lı bir hekimden duymuştu.

Elindeki parça parça işine gelen delillerle dünyanın diğer hocaların sandığından daha küçük olduğuna ve gemiyle bu mesafenin geçilebileceğine inandırmaya çalışıyordu. Maalesef Kolomb’un tahminleri yanlıştı. Hocaların tahminleri gerçeğe daha yakındı. Kolomb gerçeği işine gelecek şekilde büküyordu, çok muhtemelen inanıyordu da. Ama ikisinin de bilmediği, arada devasa bir kıtanın olduğuydu.

Gerçeği bükmede modern zamanların en büyük ustalarından biri Steve Jobs’dır. Çalışanları o konuşurken sizi dediklerinin mümkün olduğuna inandırır diyorlardı. Demek ki girişimcilerin doğasında olan önemli malzemelerden biri gerçeği bükme kabiliyeti.

Bu yanlış inanışla Kolomb,
Portekiz Kralı’na
Sonra yine Portekiz Kralı’na
Sonra Cenova’ya
Sonra Venedik’e
Sonra (kardeşini) İngiltere’ye
Sonra İspanya, Aragon
Sonra İspanya, Kastilya’ya gitti.

Olmadı. İspanyollar bu adamı biri kiralar da ya adamın dedikleri doğru çıkarsa diye eline yekün bir para verip, İspanya’da bedava yolculuk yapması ve barınması için bir mektup verdiler. Demek ki Kolomb’a her ne kadar hayır deseler de, inancından öyle etkilenmişler ki, dedikleri ya tutarsa diye kendi sınırlarında tutmuşlar.

1492 Cennet'in Keşfi'nde Gerard Depardieu
Colomb'u oynuyor.
Tabii ki Kolomb iki sene daha İspanyollar’ın kapılarını aşındırmış. Tekrar huzura çıkmış. Kraliçe Isabella yine reddetmiş. Tam dönmek üzereyken Kral Ferdinand müdahil olmuş ve geri çağırılmış. Sonunda 41 yaşında desteği bulmuş.

Hiç kimse okyanusun ortasında bir kara, bir kıta olduğunu bilmiyordu. Ancak batıya belki de kendi yanlışlarına inanarak gitmesi sayesinde orada bir kara parçasına ayakları takıldı. Kolomb doğru ve yapılması imkansız olana değil, yanlışa olan kör inancı, bu kör inanca başkalarını gerçeği bükerek inandırması ve yılmayan inatı sayesinde, şans eseri Amerika’yı keşfetti.

Friday, June 21, 2013

Yazık olur sana

Zaman zaman, özellikle gece bastırdığında yaptığım işin, takip ettiğim yolun korkunçluğu veya yalnızlığı gözümü korkutur. Ama her iyi niyetli uyarıya, her şüpheli bakışa, bazen de yermeye karşı sakinliğimi korumam gerektiğini bilirim. Her uyarıya, her eleştiriye rağmen sarsılmamam bana da doğru yolda olduğumu gösterir. Aklıma umutsuzluk ve şüphe tohumları ekildiği ilk zaman hafifçe bir sallanırım sonra hemen dengemi toplarım. Ve aklıma Orhan Pamuk’un İstanbul isimli yarı otobiyografisinin sonunda yer alan annesiyle olan konuşması gelir.

“Bilmiyorum oğlum. İnsan çok yetenekli, çok çalışkan bir sanatçıysa, talihi de varsa Avrupa’da herhalde meşhur olabilir. Türkiye’de ise kesin deli olursun. Sakın yanlış anlayıp alınma, bütün bunları sen ileride üzülme diye söylüyorum.”

“Kimsenin senin ruhsal sıkıntılar içinde olduğunu düşünmesini istemem,” dedi annem, “bu yüzden okuluna gitmediğini arkadaşlarıma söylemiyorum…”

“Flaubert de bütün hayatı boyunca annesiyle bir evde oturmuş!” diye devam etti annem kağıtlarını dikkatle açarken, beni daha da öfkelendiren yarı şefkatli, yarı küçümseyici bir havayla. “Ama senin bütün hayatını benimle aynı evde pinekleyerek geçirmeni istemem. Orası Fransa. Büyük sanatçı deyince akan sular durur. Burada ise okulunu bırakıp, bütün hayatını annesinin karşısında geçiren ressam sonunda ya tımarhanelik olur ya meyhanelik. Yalnızca bir ressam olmaya çalışırsan mutsuz olursun, biliyorsun bunu. Bir mesleğin, sana güven verecek, para kazandıracak biri işin olursa, inan bana, resim yapmaktan da daha çok zevk alacaksın.”

“… Boş kafalı dediğin o insanlar bir gün satın alsınlar diye resim yapabilmek için senin bütün hayatını, geleceğini karartıp okulu bıraktığını öğrenirlerse, babanı ve beni küçümseme zevki için, bahşiş verir gibi bir-iki resim satın alırlar senden, belki acırlar, biraz para da verirler. Ama asla bir sanatçıya kızlarını vermezler. Resmini yaptığın o şeker kızın babası, kızının sana aşık olduğunu öğrenir öğrenmez onu niye apar topar hemen İsvçre’ye yolladı sanıyorsun?

“Mimarlığı sakın bırakma oğlum, yazık olur sana. İkide bir sözünü ettiğin o Le Corbusier, bak ressam olmak istemiş, ama mimarlık da okumuş.”

Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından bir şeyler çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum.

“Ressam olmayacağım,” dedim. “Yazar olacağım ben.”

İstanbul, Orhan Pamuk sayfa 338-345

Thursday, June 20, 2013

Kendimize uygun işi nasıl buluruz?

Genelde “kişisel gelişim” kitaplarına kuşkuyla yaklaşırım. Belki de bizdeki gelişim kelimesinin biraz iddialı bir tınısı olduğundan olabilir. Bunlara İngilizce’de daha yumuşak bir şekilde “kişisel yardım” (self help) kitapları deniyor. Ya da insan içinde bulunduğu karmaşık durumu veya kendini çaresiz hissettiğini yüzüne vuracağı için belki de uzak duruyor bu kitaplardan.

Bunların önemli bir kısmı hayatın sırlarına sahip olduklarını iddia eder gibi olduklarından, bana sattıkları şeyin değerini fazlaca abartıyor gözüküyorlar. O yüzden bu tarz kitaplara mesafeli duruyorum. Kitaplara mesafeli dururdum ama kıskançlık, mutluluk, işten alınan tatmin gibi konular için internette gezindiğim sıralarda oldukça kaliteli başlıklara rastladım. Bunların bir kısmıyla TED videolarında tanıştım. Barry Schwartz’ın seçenek bolluğu yüzünden yaşadığımız karar felci veya Alain de Botton’un “Başarının daha yumuşak ve kibar felsefesi” (A kinder, gentler philosophy of success) adlı konuşması bunlardan ikisi. Bu adamların olaya büyük bakışları farklıydı ya da o beklendik “mutluluk içimizde” konuşmalarının ötesinde bir şey sunuyorlardı. Siz de vakit bulursanız TED’in Youtube kanalından mutlaka dinleyin.

Alain de Botton ile The School of Life’ın (Hayat Okulu) kurucu üyelerinden olan Roman Krznaric’in “Kendimize Uygun İşi Nasıl Buluruz” adlı kitabı bu konularda yazılmış olan farklı kitaplardan biri. Bir günde okunabilecek hacimde, bir cep kitabı şeklinde tasarlanmış. Boyutu ne kadar küçük olsa da referans listesi zengin, “scholarly” neredeyse akademik bir çalışma denebilir.

Kendim de bu konu üzerinde hem teorik hem de pratik olarak uğraştığımdan, bu mevzuları bir on senedir arkadaş çevrem ve ailemle konuşmaktan, düşünceler artık yakın belleğimde dağınık da olsa yer etmiş haldeler. Birden bu kadar derli toplu bir biçimde önümde görmek gözlerimi parlattı ve hemen ayaküstü okumaya başladım. Bir sonraki gün de bitirdim.

Bugün de beni bu yazıyı yazmaya itti. Bir virajda olduğumdan okuyucu kadar kendim için de yazıyorum.

Yazar, kitabında aslında hiçbir çabuk çare (fix) önermiyor. Daha ziyade böyle bir derdi olan kişinin zamanda ve toplumda nerede konumlandığını gösteriyor. Derdi okuyucuyu bunun kişisel yönleri olduğu kadar çağın problemi, toplumun önemli bir kısmını etkileyen bir sorun olduğunu göstermek.

Kısmen bunun seçim bolluğu ile de bağlantısı olduğunu söylüyor. Daha önceden bu kadar çeşitlilik olmamıştı tarihte diyor. Barry Schwartz’ın bir TED konuşmasında dediği gibi insanlar bu çeşitlilik karşısında felç oluyor ve o an içinde bulundukları güvenli durumu korumayı tercih ediyorlar. Hatta bu temkinliliğin bize savanada ölüm kalım savaşı veren atalarımızdan miras olduğunu söylüyor. Orada gördüğü şeyin aslan mı çalılık mı olduğunu ayırt etmesinin hayati önemi olduğundan adım atmadan önce çok dikkat etmesi gerekiyordu.

İşten Tatmin (doyum) fikrinin de modern zamanların icadı olduğunu anlatıyor. Daha önceden işin doyum alınan bir şeyden ziyade katlanılması gereken bir şey olduğu kanısı yaygınmış. Buna ben de bir şey katayım. İşin karşılığı olan kelimelerin (İngilizce’de labor, Fransızca’da travaille) aynı zamanda doğum eylemi için kullanılmasının altında hem işin hem doğum eyleminin zahmetli olmasından kaynaklandığını sanıyorum. Kısaca işe de doğuma da “zahmet” diyorlar gibi.

Günümüzde işimizden beklentilerimiz daha yüksek. İşimizde anlam arıyoruz, daha büyük bir amacın parçası olmasını bekliyoruz diyor. Eskiden o iş için kaderimiz (destiny) deyip, bunu kabullenirken, şimdi daha anlamlı bulacağımız bir kulvara doğru kaymaya çalışıyoruz. Daha önceden de Botton’un konuşmalarından birinde dinlemiştim. Çağımızın, belki de Rönesans’la beraber gelen insanın kendi kaderinin öncelikle onun elinde olması fikri bizi de bir şeyleri kolay kabullenmemeye itiyor. Hatta şöyle de eklemişti, eskiden fakirden “unfortunate” bahtsız, kaderinde yokmuş gibi bir sözle bahsedilirken, şimdi “loser” kaybeden, başarısız olmuş kişi olarak bahsediliyor. O açıdan kurumsal dinler veya daha yerleşik öğretiler mutluluğun kaderimizi sevmemizden geçeceğini öğretiyordu.

Özgürlük hissi de diğer bir kriter günümüzde aradığımız. Bununla ilgili de bir dostumun babasının ona öğütlediği şeyi söylemek istiyorum. Devamlı başının üstünü açık tutmak… Herhalde bunu ne yaparsan yap, ömrünün hangi vaktinde olursan ol, devamlı iştahlı olarak kendini her zaman yukarıda koyduğun bir çıtaya yetişebilecek gibi hisset anlamında söylemiş olsa gerek. Hayatımın geri kalanını da burada bu ofiste yıllarca geçiririm değil de, sonra şöyle bir şey yaparak bir kulvar atlarım hissinde olmak olsa gerek.

Kendinize uygun iş de aslında öyle bir anda rüyada gördüm, şu alanda çalışmalıyım diye olan bir şey değil diyor. Zaman içinde siz onu yaratırsınız, o da sizin etrafınızda büyümeye başlar. Buna “uğraş büyütmek”demiş.  Asıl mesele bu. Bir blog yazarı da “don’t fall into passion, develop passion”, yani ilk görüşte aşk değil zamanla sizi saran bir tutkuyu büyütün diyordu.

Wednesday, June 19, 2013

İnsan Elementi

Gerçekler ve insana dair olan şeyler orada. Wikipedia, ansiklopediler, bilim adamları, köşe yazarları, köşe yazarlarının yazdıkları, insanların yaşadıkları deneyimler, kimileri yazılı, kimileri kağıda veya hatta söze bile dökülmemiş.

Gerçekler ve insana dair olan şeyler orada olmalarına rağmen bütün kapıları bana canlı kanlı insanlar açtı.

İnsan ilişkilerinde dikkati ve şefkatli gözleriyle annem… Küçük hareketlerin anlamı üzerine, ne hareketle neyin kastedildiği üzerine konuşmanın heyecanını yaşadım annemle.

Tarihin gerçeklerini, fiziksel dünyanın kanunlarını, deneyin heyecanını, üzerinden elektrik akımı geçen bir kapalı devre bir bakır telin üzerindeki serbest telin nasıl mıknatısla hareket ettiğini görünce elektromanyetizmanın gerçek olduğunu görmenin, kumsalda uzanıp gece yıldızlara bakmanın heyecanını babamla yaşadım.

Yakın tarihi konuşmanın, falanca yere baskına giden darbecilerin neler hissettiğini veya tarihte bir dönemin olayları gelişirken insanların o sırada nasıl yaşadığını hayal edip, kendimizi onların yerine koymanın heyecanını Batu’yla yaşadım. Milliyet arşivdeki insan öykülerinin mesela sıkı yönetimde dur ihtarına uymadığı için arkadan ateş açılarak kazaya kurban giden bir genç kızın hikayesini o anlattı bana. Romancılara has bir empati, kendini başkalarının yerine koyarak sorardı mesela, bu adam nerede yaşıyordur, veya falanca şu an ne yapıyordur diye.

Kaya’yla Halk Sağlığı’nda geçen müthiş paslaşmalı bir sene. Hem canlılar üzerine örneğin hastalıklara mikrobun gözünden bakmak gibi veya insanlar üzerine sosyal gülüşmeler diye koridordaki günaydınların arasına karışan gülüşmeleri tahlil etmek gibi şeylerin heyecanını Kaya ile paylaştım.

Evet kaynaklara ulaşım artık çok hızlı ama insanlar aktif olarak birbirlerine yol gösteriyorlar. Bence hala bire bir insan ilişkisi en önemli yönlendirici… İnsan proaktif, harekete geçiren bir öğe.

Kimi anlattıkları kimi yazdıklarıyla dünyamı genişletti, daha keyifli daha az sarsılır bir yere dönüştürdü. Umarım ben de bu borcumu bir miktar böyle ödeyebilir başkalarının da böyle yazılar yazmasını sağlayabilirim.

Tuesday, June 18, 2013

Barış Manço'nun kasetleri

Daha önce de anlattığım gibi Barış Manço evinin mücevherleri en üst katta bence. Daha önceden bir British Airways kağıdına Adam Olacak Çocuk’la ilgili not düştüğü fikirlerinden bahsetmiştim. Barış Manço’nun kişiliğine dair diğer iki mütevazı delil de Japonca dil eğitim kasetleri. Barış Manço’da karşısındakiyle iletişime geçmek için büyük bir isteğin göstergesi bunlar da. Karşı tarafın dilini konuşma gayreti.

Zaten bunu çocukların dilini konuşmaya çalışarak çocuklarla yapmaya çalışıyordu, Japonya konseri öncesinde de dillerini öğrenmeye çalışarak başka bir milletin insanlarıyla da yapmaya çalıştı. Japonya'daki konserde dikkat ederseniz sık sık Japonca tezahüratlarda bulunduğunu görürsünüz. Hatta onu getiren vakfın başkanının yanında kaşla göz arasında avucuna yazdığına bakıp bir tezahürat da orada patlatıyor.

Kadınlarda Çekidüzen Hastalığı

Bu aralar ara ara Simone de Beauvoir’ın Kadın, İkinci Cins, Evlilik Çağı (Le Deuxieme Sexe) adlı kitabını karıştırıyorum. Bazı durumları o kadar iyi yakalamış ki. Bunlardan biri de kadınlarda olan temizlik ve tertip hastalığı üzerine:

“Soğuk ya da örselenmiş kadınlar, evde kalmış kızlar; hayal kırıklığına uğramış eşler, buyurgan kocanın boş ve yalnız bir yaşama mahkum ettiği kadınlar işte böyle sinirli ve hınç doludurlar. Bir zamanlar yaşlı bir hanım tanımıştım, her sabah beşte kalkar, giysi dolaplarını gözden geçirip yeni baştan yerleştirirdi; 20 yaşında hoppa, züppe, neşeli bir kızmış; kendisini ihmal eden bir koca ve bir çocukla dağ başında bir eve kapatılınca, başkalarının kendilerini içkiye vermeleri gibi, o da çekidüzen hastalığına yakalanmıştı. Chroniques maritales’deki Elise’de evişine düşkünlük bir evrende egemen olma arzusundan, uygulama alanı bulamayınca boşa giden bir erk isteğinden, canlı bir taşkınlıktan gelir; bu, aynı zamanda, zamana, evrene, yaşama, insanlara, varolan şeylerin tümüne kafa tutmaktır.” (s.56, Kadın, İkinci Cins, Evlilik Çağı)

Monday, June 17, 2013

Paris Komünü ve Gezi

Paris komününden sıkça bahsedilir. Paris’in yönetiminin halkın eline geçtiği kısa bir süre. Geçen de Gezi hakkında analizde bulunan bir BBC muhabiri sanki Paris Komünü edasında demiş. Bir sürü benzerlikler olduğundan bahsetmiş ama açmamıştı neler olduklarını. Gerçi onun çok daha küçük mekanlı ve zamanlı bir versiyonu bu tabii…

Benim biraz okuyup dinleyip tespit edebildiğim bazıları şunlar.

Barikatlar… İnsanların hemen barikatları kuruvermeleri… İsyanın ve devrimin eksik olmadığı Paris’te, Baron Hausmann’ın planlarıyla geniş bulvarlar açıldı. Geniş bulvarı kapatacak kadar barikat kurmak çok zor bir işti.

Değişik fikirler bir arada: Ilımlı cumhuriyetçiler, anarşistler, jakobinler Paris komününde bir aradaydılar. Gezi Parkı’nda da cumhuriyetçiler, anarşistler (bunu akımın kendisini ifade etmek için kullanıyorum) ve liberaller bir aradaydılar.

Komün içerisinde kalan bütün Parisliler otomatik olarak suçlu ilan edilmişti. Fransız ordusu şehre girdiğinde de özellikle isyankar bölgelere nokta operasyonlar düzenledi.

Ayrıca Fransa’nın geri kalanının Paris’e göre daha muhafazakar (konservatif) oy verdiği biliniyor. Elbette bu konu aralarındaki ortak noktalar ve farklılıklarla çok daha detaylı tartışılabilir.

Sunday, June 16, 2013

Balıkçı tutmak

Kaynak kavgası… Ceylan kendi kaynağını korumaya çalışıyor, aslanın da yaşamak için onun kaynağına yani etine ihtiyacı var, onu avlaması lazım, çünkü aslanın bünyesi zaman içinde ceylanın etinden geçinecek şekle adapte olmuş. Ancak öyle hayatta kalabilir.

Bu analojiyi biraz daha ilerletebiliriz. Kadınların bünyesi, erkeklerdeki kaynakları sezip onları elde etmek üzerine kurulmuş. Hatta aldatma mevzularında kadınların duygusal aldatmayı fiziksel aldatmadan daha rahatsız edici bulmaları da ondan. (Morbid jealousy from an evolutionary psychological perspective, J. Easton, 2007). Kaynağın başka bir dişiye yöneldiğinin sezilmesiyle ilgili olarak kadın rahatsız oluyor. Erkekler de fiziksel çekiciliği bir kaynak olarak görüyorlar, bu yüzden kadınlar fiziksel olarak çekici kadınları kendilerine rakip olarak görürken, erkekler statüsü yüksek erkekleri kendilerine rakip olarak görüyor (J. Easton, 2007)

Kaya’yla aramda şöyle bir diyalog geçmişti. Ben falancaya bir şeyin nasıl yapıldığı, ona balık tutmayı öğretiyorum Kaya dedim. O da dedi ki, ne gerek var buna, o zaten balıkçı tutmayı öğrenmiş.

Saturday, June 15, 2013

Kaşığı derin daldırmak, Karar Felci, Hazırlık Cehennemi

Zaman zaman hayatın içinde boşlukta olduğunuz zaman, ya da tam tersine birden işler yığıldığında karar mekanizmamız bir blok yer kendimizden. Hareket edemez veya konuşamaz oluruz. Tıpkı işlemciye fazla yük bindiğinde bilgisayarın tıkanması gibi… Kimilerinde bu irade gösterip karar alamama şeklinde patolojik bir vaziyete gelir.

Günümüzün sıkıntıların biri de galiba seçenek fazlalığı. Eskiden evleneceğiniz kişiyi zaten sizin için seçmişler, yapacağınız iş de zaten babadan gelme mesleğinizken böyle bir durumla karşılaşmıyordunuz belki. Şimdi hem eş seçiminde ülkenizi bile aşan bir portföy, iş seçiminde de bir sürü seçeneğiniz var. (Eğer şu an “iş”in tanımına uygun bir işiniz yoksa beğenmeyip gitmedikleriniz de vardır mutlaka.) Tıpta da bunun muadili uzmanlık sınavıdır. Sınava giriş hakkınız. Sınırsız… O yüzden sıkıldığınız anda bilirsiniz ki tekrar deneyebilirsiniz. Biyokimya hem rahattır, hem de sonradan rahat para kazanırsınız ama hasta bakılmadığı için tatmin olunmaz. Polikliniği olan bir klinik dal seçersiniz bu sefer de kapıyı vurmadan giriyorlar, keşke rahat bir yerde olsam, öğrencilere ders anlatsam dersiniz. Geçiş yapanlar veya geçiş yapmayı huy edinenler çoktur tıpta. Belki de tek hakkınız var deseler doktorlar bu sorunu ilk defada halletmiş olurlardı.

Tercih imkanı bolluğu arzunuzun sizi felç etmesidir. Bir de arzunuz dışında üzerine aynı anda binen yüklerden dolayı da işyerinde felç olabilirsiniz. Aynı anda içeride bir hasta varken, bir hasta yakını girer ve hastasının acilen muayene edilmesi gerektiğini söyler. O sırada telefon çalar eczaneden bir düzeltme istiyorlardır. Hadi onu ertelersiniz bu sefer de arayan hocadır, falanca orda mı diye size sormaktadır. Bu sırada da sırası gelmiş orada duran hasta 10 dakikadır orada beklemekte, sabırsızlanmaktadır. Zaman zaman, ki bunlar günlük hayatta olur, bir on saniye kadar, işlemciniz durur ve bütün olan biteni bir sıraya koymaya çalışır. Yani gerçekten kısa bir süre bir analiz paralizisi yaşanır.

Bazen bu bazı kişilerde daha uzun sürer. Sevdiğim bir dostum projeyi savsakladığından değil son günlere kadar projeye ne kadar derinlik kazandıracağını düşündüğünden, malzeme topladığından, son günler de uykusu kaçıp ama projeyi yazamayıp, neredeyse son anda bir toparlanma ile işi halleder. Sevgili dostum bunu şöyle açıklıyordu. Bazen buzdolabına koyduğunuz Sarelle’ye kaşığı öyle bir daldırırsınız ki kaşık içinde kalır, çıkartamazsınız, kaşık bükülür. Aynen kendisine de bazen böyle olduğunu, kaşığı derin daldırdığını söylerdi.

Kaşığı derin daldırmanın literatürdeki karşılığı Gelişme Cehennemi veya Arafıymış. Buna aslında hazırlık cehennemi dersek daha iyi olacak gibi. İngilizcesi Development Hell (Limbo). Bir bilgisayar oyunu veya filmde üretime bir türlü geçilememesi için kullanılıyormuş. Bunlardan en meşhuru Duke Nukem Forever. Bu oyunun projesinden sorumlu olan kişi 12 sene malzeme toplamış, aklında oyunun bittiği zaman nasıl bir hale geleceğini tasarlamadan. 12 sene… Kaşığı bu kadar derin daldıranını görmedim herhalde.

Friday, June 14, 2013

Ben benim. O benim resmim.

Bizi ilk gördüğünde gözlerini sıkıca yumarak utanma hissinden kurtulmaya çalışan ufak bir dostumuzu kendimize ısındırmaya çalışıyorduk. Dostumuz üç yaşına yeni basmış ve sünger gibi gördüğü her şeyi emiyor. Her hareketi, duyduğu her şeyin taklidini yapıyor, bazen taklidini yaptığı şeyleri anlıyor bazen anlamıyor izlenimi veriyordu.

İlgisini çekmek için televizyona çıktığımı söyledim. Anlamadı. Sonra kardeşim “Ağabey televizyonda” dediği zaman hemen başını arkasında duran televizyona çevirdi.

Diğer bir olay, telefonda kendi resmi gösterilince ufak dostumuz parmağıyla kendi resmini işaret ederek kendi ismini söyledi. Bu kim denildiğinde kendi ismiyle cevap veriyordu. Mesela yetişkin bir kişiye “Bu kim?” diye kendi resmini gösterseniz, o kişi “Ben” diye cevap verir. Kendi ismini söylemez. Burada ufak dostumuzun ona resmi gösterilince ben dememesini çocuklarla uğraşan bir dostum iyi çözdü. Ufaklık şöyle düşünüyor olabilirdi “Ben benim. O benim resmim”. O yüzden resmi gösterirken kendi adını söyleyerek resmi işaret ediyordu.

Belki de bu yaş grubu denilen şeylerin mecazi anlamını veya mecaz anlamı olabileceğini henüz öğrenmemiştir. Denilen şeyleri harfi harfine kelime anlamıyla algılıyorlar. Soyut düşünce oyunları da zamanla gelişiyor.

Thursday, June 13, 2013

Ay Carmela

Geçen gün televizyon Gezi’den görüntüler verirken sahnedekilerin Ay Carmela’yı çaldıklarını duydum. Hoş ve yumuşak bir melodisi olan bir parçadır. İspanyol İç Savaşı’nda (1936-39) Cumhuriyetçiler’in siperlerde ruhlarını canlandırmak için söyledikleri parçalardan. Şarkı ve türkü açısından Cumhuriyetçi taraf daha bir zengin gözüküyor.


Euska Gudariak da Basque’lıların şarkısı. Eğlenceli bir şarkı bu da.


A Las Barricadas. Bu da Cumhuriyetçi ekipteki anarşist fraksiyonun marşı.


Hem Cumhuriyetçiler’in marşı El Himno de Riego hem A Las Barricadas’ın popüleritesine karşı bir şey yapmak lazım demiş olsa gerek rakipleri. Falanjın başı Primo de Rivera topluyor adamlarını. Yapın bir marş diyor emirle. Madrid’de bir barda (Basque barıymış) toplanıp olayı çözüyor bu arkadaşlar. Sonuç Cara al Sol (Güneşe yüzümüzü dönerken, İng: Facing the Sun).

http://www.youtube.com/watch?v=mOGqmHP2nIM 

Marşların yaradılış süreci de aslında orduların nasıl toparlandığıyla paralel gibi.

Wednesday, June 12, 2013

Gezi Parkı, Çevrecilik bayrağı altında toplanan taraflar

Son günlerde Gezi Parkı’nın ne olduğu ile ilgili en derli toplu yorum dostum Kaya’dan geldi. “Ağaçlar kesilmesin diyerek sıkıntılarını (ve taleplerini) bunun altında dile getirmek istediler. Bu küçük çatlaktan da (birikmiş basınç) sızmaya başladı.”

Tabii ki diğer talepleri pat diye ortaya koymak zor olabilir. O yüzden bütün bu istekleri en masum ve reddedilemeyecek bir isteğin arkasına dizdiler. Bu farklı kesimlerden gelen grup bir çevrecilik bayrağı altında toplandı.

Bir de ne zaman belli bir grubun iradesi çok kuvvetli olmaya başlarsa, kendi aralarında didişen diğer gruplarda ittifak doğuruyor. Burada mesela 16. Yüzyılın İtalyan savaşları buna örnektir.

İlkinde Venedik’e karşı Milan Fransızlar’ı ülkeye çağırır sonra bakar ki Fransızlar fazla güçlü, bu sefer İtalyanlar kendi aralarında birleşip İspanyollar’dan da destek alıp Fransızlar’ı ülkeden çıkartırlar. Bir diğer zaman da Venedik’i iyice güçlenmiş gören Papa İspanyollar’ı ve Fransızlar’ı da arkasına alıp Venedik’i kıstırır. Güç dengesine göre taraflar o kadar hızlı değişir ki.

Şimdi burada da AKP öyle güçlendi ki karşısında normal zamanda birbiriyle geçinemeyen gruplar bir lig halinde birleştiler. Ve iktidarın gücünü bir orta hatta çekmeye çalışıyorlar.

Tuesday, June 11, 2013

Liderlerin yediği yemekler

Steve Jobs: Vejetaryen olduğu biliniyor. Gençken komünde yaşadığı sırada sadece elma diyeti yapmış. Bir tek balık ürünlerini tüketiyor sebze meyveye ek olarak. O yüzden peskateryen demek daha doğru.

Humeyni: Bir belgeselde yoğurt ve sarımsaktan beslendiğini duymuştum.

Hitler: Vejetaryen

Şimdilik insanın aklında bir tipoloji gelişiyor. Güce konsantre olmuş insanlarda yemeğe fazla düşkünlük yok. Dostumun dediği gibi Churcill böyle yemiyordur herhalde.

Daha başka bildikleriniz varsa listeyi genişletebiliriz.

Monday, June 10, 2013

Barış Manço'nun Notları

Yakın zamanda hayatını kaybeden çok az kişiye ölümünden sonra Barış Manço'ya yapılan sevgi gösterisi yapıldı. Ve yine yakın tarihte kaybının bıraktığı üzüntü ve hatırlanma Barış Manço'ya yaklaşan olmadı.

Barış Manço toplumun gözünde başarıyı yakalayan nadir insanlardandı. Ve genel olarak bunu başaranların nasıl bir yapıya sahip olduklarını merak ediyor insan. Bu adamda farklı ne vardı?

Müzeyi bir nostalji duygusuyla gezerken bazı şeyler gözüme çarptı. Antika eşyaları, piyanosu, ödülleri, gösterişli kıyafetleri değildi. Çok daha mütevazı bir şekilde müzenin en üst katında sergilenen, bir kağıda aldığı notlardı. Etrafta bundan hiç doğru düzgün bahsedilmiyor, elbiseler kadar çarpıcı değil diye belki de ama Barış Manço'nun özü, aklının nasıl işlediği o notlarda saklı.

Adam olacak çocuk üzerine yazdıkları:

"5. Barış Abi ... adıyla hitap ediyor. Koca koca adamlardan oluşan bir orkestra onlara eşlik ediyor. Her...yüz beşyüz seyirci, ekran başında milyonlar onları "adam" yerine koyuyordu."
"Eh antenleri sonuna kadar açık bu ıspanak/kereviz terminatörleri konuya hemen hakim oluverdiler tabii ve hepsi bülbül kesildi."
"Sonuç 1989'da 5 çocuğun katıldığı her adam olacak çocuk bölümü zar zor 12-13 dakikası ... iken 1995'te yine 5 çocuğun katıldığı ... 28-29 dakikaya inebiliyordu"
(Fotoğrafın kalitesinin düşüklüğünden bazı kelimeleri çıkartamadım.)

Burada bütün bu programla neleri getirdiğinin, nasıl farklı bir şey yakaladıklarının farkında. Notun daha önceki bölümlerinde de çocukları nasıl "adam" yerine koyduklarını ve programın isminin hakkını nasıl
verdiklerini anlatıyor. Barış Manço'nun yakaladığı insan elementi de orada saklı sanırım.

Sunday, June 9, 2013

Sosyal hareketler

Sosyal hareketlerin nasıl büyüdüğü ilginç bir konu. Benim de uzmanlık alanım değil. Ama her hareketin bir yaşam süresi oluyor. Uygun ortamda bir tetikleyici ile başlıyorlar, sonra kritik bir aşamadan sonra arkasında kitle otomatik olarak büyüyor. Ondan sonra bir doğal sınırlarına ulaşıyor veya büyümesini sağlayan faktörler ileride o hareketi sınırlandıran faktörler oluyor.

Mesela 1980'den hemen önce başlayan Polonya'daki Dayanışma (Solidarnosc) hareketi bir sendika dayanışması olarak başladığı ve başarılı olduğu halde bunu siyasi bir parti olarak zafere çeviremiyor.

(Bu arada Dayanışma hareketi dünya üzerinde çok çeşitli görüşten destek almıştı. Reagan, Thatcher, Papa vs.)

Bu hareketin nasıl bir değişim geçireceğini merak ediyorum.

İrade savaşı

Şu an hükümetle eylemciler arasında bir irade savaşı yaşanıyor. İki taraf da birbirini hata yapmak için kışkırtacak. İki taraf için de hata yapmamak kondüsyona bağlı. Bunu birazda kaynakları belirleyecek. Ve motivasyon da önemli.

Eylemciler şiddet içermeyen gösterileri ve mizahı kullanıyorlar. Dayanışma ruhunu sahaya yansıtıyorlar. Ortalığı temizlemek, yemek kabul etmek (Budist rahipler gibi), sağlık ve hukuki  hizmetleri kendi aralarında vermeye çalışıyorlar. Araç olarak yeni nesil  cep telefonları üzerinden twitter'ı kullanıyorlar. Bu telefonlarla da kayıt yapıp bu görüntüleri sosyal medyada paylaşıyorlar. Kendilerine uygulanan gücün hukuki olup olmadığını bu kanıtlarla destekliyorlar. Bir de ana akım medyayı bypass ediyorlar. Hizmet sektörüne baskı uyguluyorlar. Mizahın etkin kullanımı ile ilk defa hükümeti komik hale düşürmeyi başardılar. (Bunu muhalefet yapamamıştı bugüne kadar.)  Bu da hükümeti kızdırıp daha fazla hata yapmasına yol açtı.

Bu arada iki taraf da karşı tarafta olan şirketlere ambargo uygulama kararı alıyor.

Belki de tek bir başları olmayışı da daha düzenli devlet aygıtına karşı onlara bir avantaj sağlıyor. Sabah işlerine veya evlerine gidiyor, gece eyleme geliyorlar. Hatta biraz da böyle dağınık kalmaya çalışıyorlar. İşi organize hiyerarşik bir yapıya dönüştürmek istemiyorlar ki hükümet karşısında net bir rakip bulamasın.

Şu an bir psikolojik harp var. İki tarafında ana hedefi hasmını alt edebileceği kendi ortamına çekmek.

Saturday, June 8, 2013

Gezi Parkı

Gezi Parkı hadisesi ilginç bir karışım. Çevrecilik, iktidara muhalif görüşler, serbestiye duyulan ihtiyaç, özgürlükler mevzusu... Barış, dayanışma, rekabetçi pazardan bunalmışlık... Belki de Türkiye son 30 senedir oldukça stabil bir çizgide gelişiyor. İnsanlar ev iş arasında gidip geliyor belki de. Bu ekonomik gelişme için belki de insanlar tavırlarında veya toplumla olan ilişkilerinde bir yıpranma hissettiler, bir bedel ödediler.

Rekabete dayalı ekonomi, performansla ölçülmek gibi mevzular bazı insanlarda bir takım birikimlere yol açtı. Böyle bir sürü faktör var. İşin içinde elbette bireysel siyasi tavırlarında bir toplamı var. Bugüne birden gelinmiyor. Bir kritik, eşik itici kuvvete, bazı şeyler birike birike ulaşılıyor. Özgürlükler meselesi, çevrecilik bunların hepsi küçük küçük katkıda bulununca bir noktada insanlar "yeter" deyiveriyor.

Bu kadar zaman iktidarda olmak da bazı alanlarda kör noktalar yaratıyor olabilir. İlk başlangıçtaki çeşitli gruplarla yapılan ittifakların yerini daha yek pare solid bir kitleye bırakıyor olabilir iktidar. Bu da partinin yönetici grubunda sahada olup bitenin tam görülememesini sağlıyor olabilir.

Bu arada hareket yavaş yavaş olgunlaşıyor. Hippie hareketi benzeri bir şey gelişiyor. Hem de şehrin tam göbeğinde özgür bir alan yaratıldı. Ama bakalım bu ne kadar sürecek? Haftalar mertebesinde mi aylar mertebesinde mi olacak?

Bu arada Bilgi Üniversitesi'nde hoca olan Bryan Nance 07.06.2013'te gezi parkında olan biteni şöyle yansıtmış. Okuyunca gerçekten insanın gözünün önünde canlanıyor.

"Ever since I've lived in Turkey, I always felt that there was a slight heaviness to the people here (whatever that means). Before today, I never could figure out where that feeling came from, but now I know. As I walked through Gezi Park today, where all the protests started, I realized that the feeling of heaviness had completely disappeared."

"The protesters have transformed the park into one of the most unique places in the world. Children are painting together, some are playing music, others are planting flower gardens, some drawing or doing communal art, some are doing yoga, reading books, making new friends, and everyone is helping out with something. People have set up booths giving away free food, there are doctors, lawyers, a library, even a vet there to give their services for free. Others are cleaning, some providing electricity, and a company even brought in portable toilets. Many of the businesses are still open, some providing services to the people for free. Other than a few groups using this opportunity to promote their causes, and the many signs of the fight the people had to endure to take back the park, for the most part it is everyday people, doing everyday things. Except that heaviness is gone. Why? Because everyone is happy, everyone is hopeful, there is no worry, no one needs anything, but everyone wants to give something, people are sharing not only their things, but they are sharing themselves. In a world where people are consumed by technology, their jobs, and buying things, this is just remarkable."

İnsan elementi hala orada bir yerlerde açığa çıkıyor.

Friday, June 7, 2013

Rezil olmaktan korkmamak

Yarın arkadaşım Kim Milyoner Olmak İster'e katılacak. Hayatında belli bir noktaya gelmiş insanların çoğu dandik bir soru sorulur da bilemem rezil olurum diye böyle bir yarışmaya katılmak istemez. İğne iplikle ilgili bir soru sorulur ev hanımları bunda bilemeyecek ne var der elenirsin. Ya da bir hastalık ismi sorarlar, doktora bak nasıl bilemedi bunu derler. Geçen öyle bir renk körlüğünün bir alt tipinin ismini sormuşlardı. Yani tanımlayanın ismini. Zor bir soru ama utanır insan.

Bu bazı şarkıcıların Eurovision'a katılmak istememesine benzer veya çıkma teklif etmeye. Gerçi bu işler artık böyle teklifle yürümüyor ama... Tanımadığınız birine merhaba demeye. Kısa bir yanma yıkılma "crash and burn" hissi oluyor. Ama bunu tatmak lazım galiba hayatta. Kadınlarla çıkma konusunda uzman olan bir adam, bu tarz adamlar kendilerine "pick up artist" diyorlar, başarılı bir ayakkabı satıcısından bahsediyordu. Adam müşterilerinin yüzde 20'sine ayakkabı satabiliyor, yaklaşık yüzde 80'ine satmayı  başaramıyormuş. Yeterli denediğinizden emin olabilmek için yüzde 80 başarısızlıkla karşılaşmanız lazım diyordu.

Çıkma teklif etmede, ayakkabı satmada veya bu yarışmaya katılmada kaybedilecek bir şey yok. Ya kazanırsın ya da eski durmuna geri dönersin. Genelde kayıp olarak gözümüze gözüken kendimizin toplumun aklında oluşturduğu imaj. Bu da aslında kıskançlık gibi aklımızın bize oynattığı bir sinema aslında. (Kısmen doğruluk payı olabilen.) Kendi imajımızı çok kırılgan gördüğümüzden de olabilir tabii ki. Veya aşırı beklenti üzerine yoğunlaşmak da bunu doğurabilir gibi hissediyorum. Bu konu daha derinlemesine incelenebilir.

Ama şimdilik utanmanın da tıpkı kıskançlık gibi bir vizyon olduğunu, aklımızda toplumun bize bakışıyla ilgili oluşmuş görüntüler olduğunu hatırlamak önemli. Aslında bu yararlı da bir akıl davranışı ama sık sık insanı bir sürü konuda harekete geçmekten alı koyan bir tarafı da var.

Edit 16.07.2017:
Kendisi ertesi gün programa katıldı. Joker desteğiyle rahatlıkla cevaplayabileceği bir soruyu Kenan Işık'ın mimiklerinde bir ipucu bulduğunu düşününce cevaplayamadı. En azından yanına güzel bir anı kalmış oldu.